“Yorgunluk Toplumu kavramı modern toplumun bireyler üzerindeki aşırı performans baskısını ve tükenmişliği ifade eder.”
Benim alışkanlığımdır ders çalışırken veyahut sınavlarda okuduğum paragraflardan etkilenmek. Bu sene 2025 Yks’de karşılaştığım bir eser mesela, “Therese Raquin”. Sınavdan çıktım, araştırdım, Emile Zola’ya ait olduğunu öğrendim, en yakın zamanda okuyacağım.
Peki Asya; iyi, güzel, sınava girmişsin de, nereden çıktı bu “Yorgunluk Toplumu” hakkında yazma isteği?
Ben dilciyim, zira Ayt puanımın benim için pek de bir önemi yok. Olmasa dahi, felsefe paragrafları hep eğlenceli gelmiştir. Bu yazı da o paragraflardan biri. Yazarını bilmiyorum. Çok da önemli mi? Belki de değil. İfade ettiği şeylerse bence ilgiyi hak ediyor.
Bazı şeyleri görmemiz gerekiyor.
“Modernleşme sürecinde özgürce seçimlerde bulunduğunu zannederken bir performans öznesi haline gelen birey, aslında kendinin ötekisi olmakta ve kendini tüketmektedir.”
Şimdi ilk olarak, aşırı tüketim zaten çağımızın çok büyük bir problemi değil mi? Peki biz bunun sadece objeler, medya ve kaynaklar ile sınırlı olduğunu düşünmüyor muyuz? Yüksek ihtimalle evet. Hiç aklımıza da gelmiyor ki bir gün de kalkıp, aynaya bakıp demek; “Ben kendimi ne çok tüketmişim.”
Fark eder aslında insan. Devamlı daha iyi olma isteği, sınırlarını zorlama, o yaptıysa ben de yaparım bakış açısı… Çok yorucu.
Ben, yani, çok yoruldum.
Sabahın köründe, biyolojik saatimin hiç müsait olmadığı bir saatte kalkıp, bedenimi fazlasıyla yoracak ve gün içinde kullanmam gereken enerjiyi benden çekip çıkaracak bir aktivite benim iyiliğime olamaz. Yapan da vardır, yapmak isteyen, bundan mutlu olan da vardır. Ama sırf kendinin daha iyi bir versiyonu olmaktan kastımız kendimizi inanılmaz derecelere zorlamaksa…
Öyleyse evet, biz fazlasıyla erkekleşmiş bir dünyada yaşıyoruz.
Sürekli daha iyi olma, daha güzel, daha temiz, daha irade sahibi, daha imrendirici, daha güçlü, daha cesur, daha, daha, daha, daha-
Bitmiyor. karadelik gibi bütün benliğini yutuyor insanın. Sosyal medyayı sel gibi götüren bu “kişisel gelişim” adı altındaki palavralar, çok samimi söylüyorum, beni hayal kırıklığına uğratıyor. Ben her şeyi bildiğimi iddia etmiyorum, bilseydim, bunu yazmadım.
Lakin bana öyle geliyor ki biz her şeyi aynı anda yapmaya çalıştıkça, öteki yandan da her şeyi kaçırıyoruz. Başka insanların yaşadıkları hayatlara imrendikçe, kendi hayatımızın sayfasını geri çeviremediğimiz bir kitap gibi akıp gittiğini fark etmiyoruz. Gelişim ve ilerleme takıntımız, halihazırda sonumuz olmak için gönüllü.
Tarih boyunca defalarca insanoğlunun kendini tüketmesinin sonuçlarını tekrar tekrar izlemedik mi? Bu seferkinin farkı, medya ögeleriyle süslenmiş ve renklendirilmiş olması. Kişiliğin boşluğunu, dönüşeceği sonsuz sadeliği ve monotonluğu kırmızı bir hediye paketine sarıp, üstüne de “kişisel gelişim” etiketini yapıştırıyoruz. Hepimiz kendimize bunu bir noktada yaptık. Ve hayatın, bedenimizin, içgüdülerimizin karşı çıkışını görmezden gelerek hem de.
O yüzden belki de, bir kereyle başlayıp, kendimizi dinlememiz lazım. Herkesin bizi geliştireceğini düşündüğü dayanıksız kurallara bağlı kalmaktansa kendi kendimizi keşfetmemiz lazım.
Bu sefer de aynaya bakıp “Neyi geliştirebilirim?” demek yerine “Ne yaparak kendimi kendime ait hissedebilirim?” diye sormalıyız.
Çünkü hiçbirimiz, olmamızı istedikleri kadar yorgun, olmamızı istedikleri kadar BASİT değiliz.